Kör Karanlıkta Bir Suriye: “Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok” Romanı Üzerine Kısa Bir Okuma
Bu şehrin mutfaklarında bıçak yok, Halid Halife
Yazan: Betül Aslan
Editör: Esra İldeş Yılmaz, Merve Gecü
Çağdaş Suriye edebiyatının bilinen ve eserleri uluslararası çapta ün yapmış ismi Hâlid Halîfe, 30 Eylül 2023’te hayatını yitirdiğinde geriye yaşam, ölüm ve ömürlerini bu ikisinin arasında amansız bir mücadele ile geçirmek zorunda bırakılan insan-cık-ları anlattığı romanları kaldı. Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok isimli romanında da gösterir ki tek gayesi hükmetmek olan İktidar için Suriye halkı olsa olsa insancıklardır; kolay harcanan, varlığı gibi ölümünün de bir anlam ifade etmediği, ancak onsuz bir iktidar olamayacağı için de kendisine mecbur olunan bir yığın insancık… Yazar, hayatın kontrolünü elinde tutan bu despot ve yıkıcı İktidar’ın gölgesinde halkın neleri yitirdiğini gösterir ve bu yitirişin mekanı olan şehri de hem bir sonuç hem de o sonucu yaratan bir unsur olarak konumlandırır. İnsan ve mekan bir kısır döngü içinde birbirini acımasızca dönüştürür. Tüm edebi kaygıları öteleyip, yazarın “lanetlenen şehir” Halep’e ağıtı olarak görmek istediğim bu romanını, bir şehrin gitgide bulanıklaşıp çirkinleşen aksini görmenin yarattığı hayal kırıklığını merkeze alarak konuşmaktan zarar gelmeyecektir.
Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok, “gerçek” Suriye ile çoğu zaman kesişir. Kişiler, olaylar, tarihler bildiğimiz Suriye’den alınmadır. Halîfe bu bilindik hikâyeler sayesinde -ve yüzünden- sokaklara, kapalı kapılar ardındaki evlere dair bilmediklerimizi gösterir. Romanda köylü-şehirli çatışması, köylünün siyasi zaferi, eşcinsellik ile kavgalı ama onsuz da yapamayan kitleler, engellilerden duyulan utanç ve statü endişesi vb. birçok kavramın dönemin Suriyesi (kabaca 1960-2005 yıllar arası) için ne anlama geldiğini okuruz.
Yine de asıl mesele ülkede kör bir karanlık yaratan iktidardır. Askeri darbeyle iktidara gelen Başkan’ın halk yığınları üzerinde kurduğu baskı ve bu baskıyı yerleşik kılmak için yaydığı korku başarılı olur. Her köşe başını tutmuş posterleriyle Başkan, kendini her an tebaasına hatırlatmak ve herhangi bir yanlışında tepesine bineceğini hissettirmek ister. Bu bir sindirme stratejisinin de ötesindedir; Başkan’ın istihbaratı, insanlara dört duvar ile çevrili evlerinde, yuvalarında bile aykırı bir söz söylemeye cesaret ettirmeyecek kadar iyi çalışır.
Askeri darbelere alışık olan halk, bu darbenin de uzun soluklu olmayacağını düşünse de açlık, sefalet, ölüm, şiddet ve kanunsuzlukla geçip giden zaman, halkı haksız çıkarır. Suriye, insanları “korkak tavşanlar gibi başlarını yere eğdirerek yürütecek kadar” değiştirmiştir artık. Yazar roman boyunca, hepsini ayrı ayrı ve ince ince işlediği karakterleri aracılığıyla şehrin, Halep’in ve var olan alışıldık dünyanın, “yaşamayı bilmeyen birkaç köylü subay” tarafından ters yüz edilişinin resmini çizer. Böylece okur iki yönlü bir hikâyeye çekilir; zorbalıkla sindirilen insanlar şehri dönüştürürken, birkaç yüzlü bu şehir de kendi insanını olmadıkları kişilere çevirir.
Parti’nin ve Başkan’ın idaresindeki halk ikiye ayrılır: “Karşıt grup hakkında hiçbir şey bilmeyen yandaşlar grubu ile yaşamın propaganda altında sessizce, ağır ağır aktığı, yandaşlar hakkındaki her şeyi bilen diğer grup.” Romanın ana karakterlerini oluşturan altı kişilik aile, bahsi geçen ikinci gruba dahildir. Ancak roman bize, karakterlerin bu kadar kolay betimlenemeyeceğini net bir şekilde söyler. Çünkü Başkan’ın ülkesinde her bir karakterin yaşam güzergahı girift yollara sahiptir.
Okur son kertede emin olur ki, bu ailenin her bir ferdi -doğuştan engelli en büyük kardeş Suad hariç- ve yazarın aile ile ilişkilendirdiği diğer ön karakterler, kendi hayat hikayelerini yazmak isterken “bakışları hiç tekin olmayan, süsen kokusunu şalgam turşusu kokusundan ayırt edemeyen bir güruh”un despot idaresi altında onlara reva görülen hayatları yaşamaya mecbur kalırlar. Evin tek kızı Sevsen, iktidarın neliğini açık eden bir karakterdir. Üniversite zamanlarında Parti adına çalışır. İnsanlar hakkında yalan yanlış bilgiler raporlayarak onları istihbaratın “emin” ellerine terk eder. Ancak artık çok geç olan bir zaman sonra Parti adına yaptıklarının yanlış olduğunu anlar: “Yazdığı raporlara kurban gidenler zaten hep rüyalarındaydı. Düştükleri durumu hayal edince Parti’deki arkadaşlarına karşı derin bir şefkat hissetti ilk kez. Hepsi de fakirlik içindeydi, oysa güçlü bir iktidarın zorbalıklarından nemalanmayı hayal etmişlerdi. Şimdiyse ölmüş kocalarının yasını bile tutmayı hak etmeyen birer dul gibiydiler.” Sadece zorba iktidarın mağdurları değil, onun tetikçileri de devasa bir girdabın içinde yuvarlanırlar.
İktidar, sefaletten kurtuluş vaadiyle kandırdığı kitleleri başka sefaletlere sürükleyerek onları birer cellada dönüştürür. Ya da belki de tek yaptığı, zaten hınç dolu insanlara fırsat vermektir: “Böyle bir yerde şüpheci olması çok normaldi; herkes, ağzından yanlış bir söz kaçırmaktan korkuyordu. Memleketin haliyle, pahalılıkla yahut artık iyice alenileşen şiddetle ilgili tek kelime etmekten çekiniyorlardı. Biri kazara maydanoza gelen zamdan bahsedecek olsa ensesinde bir muhbir bitiveriyor, “Sen Parti’nin siyasetini beğenmiyor musun?” diyordu. Oldu ki ölmek istedin, Parti’nin iktidarı altında yaşamak istemediğin anlamına geliyordu. Her şeyin ucu bir şekilde dönüp dolaşıp Parti’ye bağlanıyordu ki bu durum, Cabir ve yoldaşlarının epey işine geliyordu. Herkesi saran bu korku sayesinde milyonları kolayca sokağa dökebiliyor, yürüyüşler yaptırabiliyorlardı.”
Hiç kimse ne sokakta ne komşusunun yanında konuşabilir. İnsanlar arasındaki bu güvensizlik ve fişlenme korkusuyla birbirinden kaçma hali zamanla şartları kanıksamaya da neden olur: “Hepimiz aklımızı yitirmiş gibiydik; artık olan biten hiçbir şeyde bir sebep aramıyorduk. Sadece bize de sıçramasın diye bir kenarda duruyorduk, o kadar. Şiddeti rutin yaşamın bir parçası gibi algılayan ölü toprağı serpilmiş gibi yaşayan pek çok aileden neredeyse hiç farkımız kalmamıştı.”
Hayatın her alanı gibi eğitim de çöküştedir. Üniversitede Fransızca okuyan ve mezun olduktan sonra bir fabrikadaki idari çeviri işlerinden sorumlu olan anlatıcının şu itirafı bu durumu açığa çıkarır: “Kara tahtanın önünde dikilip büyüdüklerinde istihbarata raporlar yazacak onlarca aptal öğrenciye bir şeyler öğretmeye çalışmaktansa bu iş, çok daha iyiydi bence.”
İktidar, Halep sokaklarına bir karabasan gibi çöker ve hareket alanını günden güne sınırladığı halkı derin bir yalnızlığa terk eder: “Bir süre caddelerde avare avare dolaştı. ‘Bu şehrin ruhu beni bir gün boğacak,’ dediği şehirde kendi şehrini arayıp durdu.”
Romanın Arap siyasi edebiyatının anahtar kelimelerinden birçoğunu içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Askerler, darbe, istihbarat, muhbirler, fişlenme, hapishane, Başkan’a hitaben yazılan af dilekçeleri vb. Romanda da tüm bu kavramların birlikteliğinden doğal olarak insanlık tarihinin vazgeçilmez çatışması peyda olur: “Hepsini kuşatan kronik karamsarlık”ta yaşamaya devam etmenin ne anlamı olabilir? Halkın hayatları üzerinde doğrudan söz hakkı olduğunu geçen yıllar içinde apaçık göstermiş olan Başkan, öldüğünde bile yokluğu ile insanları tahakkümü altında tutmaya devam eder: “Ölü Başkan, hayatımızın her yerindeydi. Bu şekilde yaşamak imkansızdı.” Başkan’ın ölüm haberini alan halk korkudan evlerine saklanır. Ulaşım durur, insanlar birbirinden kaçar, kimse kimse ile konuşmaya cesaret edemez. Hayatları boyunca her an Başkan’ın otoritesinin varlığını hisseden Suriyeliler, başarabilse kendisini Tanrı olarak kabul ettirecek bu figürün artık olmadığı bilgisiyle ne yapacağını bilemez. Böylece paranoya da kaçınılmaz olur: “Başkan’ın cenazesinden sonra bile hala korkuyla kol kola yaşadıklarına göre belki de kulaktan kulağa yayılan o efsane doğruydu, belki de Başkan hala hayattaydı?” Anlatıcının annesi çocuklarına, insan içinde Başkan ve Parti aleyhine konuşmamalarını tembihlemeye devam eder. Başkan ölmemiştir, bu yalnızca hainleri açığa çıkarmak için oynanan bir oyundur. Herkes dikkatli olmalıdır.
Balzac ve T. S. Elliot gibi edebiyatçıların romandaki varlığı da önemlidir. Üniversitede Fransızca öğretmeni olan Jean, Suriye’de yaşananları kendi içinde tutarlı bir bağlamda sürekli olarak “utanç” duygusuyla yorumlar. Ülkesinde yaşananların failleri adına duyulan utanç... “Suriye’deki Utanç ve Türevleri” isimli bir kitap dahi yazar. Jean’in en büyük meşgalesi de Balzac çevirmektir. İç dengesini, tüm vaktini Balzac çevirmeye adayarak kurar gibidir. Okumuş, yurt dışında yaşamış, “medeniyet” görmüş geçirmiş; ancak eski Suriye’ye duyduğu özlemle Suriyeli olmanın gururunu gösterişsiz bir çaba içinde kanıtlamaya çalışan bir aydın olarak Jean’in, kendi döneminin toplumu ile düşünce yapılarını öykü ve romanlarında kritik eden Balzac ile yakınlık kurması şaşırtıcı mıdır?
Anlatıcı da boğuluyormuş gibi hissettiği zamanlarda “Sırf, çöküşü öylesine güzel anlatan o muhteşem şiirlerin yaşattığı duyguyu yeniden hissetmek için” T. S. Elliot’ın Çorak Ülkesi’ni yeniden çevirdiğinden bahseder. Fiziki koşulların yarattığı fikri yalnızlıklarda halden anlayan birilerine duyulan ihtiyacı gösteren bu örneklerde; edebiyatı kutsayan, ona söz konusu koşulların ötesinde anlamlar yükleyen bir bakış açısı yatar.
“Sonsuz bir uçuruma sürüklenen bir aile”nin okura sunduğu Suriye on yıllar öncesinin Suriyesi olsa da kişiyi büyüten ve yetiştiren şehirlerin baskı ve yozlaşma altında geçirdiği dönüşüm olgusu, güncelliğini koruyacak ve hayatlar memleket nostaljisi ile dolup taşmaya devam edecek gibi görünüyor.
Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok
Halid Halife
Delidolu Yayınları, 2020
Çeviri: Hümeyra Rızvanoğlu Süzen
249 s.
Eriyen Adalet: Frankenstein Bağdat'ta Romanı İncelemesi
Frankeinstein Bağdatta, Ahmed Saadavi
Yazan: Sümeyye Can
Editör: Esra İldeş Yılmaz
Tekrar dünyaya gelirsem…
Reenkarnasyona inanır mısınız? Bir beden, bir ruh, bir varlık sizce ölüp tekrardan dirilebilir mi? Eğer gerçekten öldüyse… Yoksa siz de "Olmaz canım öyle bir şey; ölüm bitiştir, yaşananlar veya yaşayanlar tekrar edemez kendini." diyenlerden misiniz? Peki ya size Ahmed Saadavi’nin reenkarnasyonu keşfettiğini ve Frankenstein’ı Eskici Hadi’nin elleriyle canlandırıp farklı yönleriyle tekrar hayata döndürdüğünü söylesem? Evet farklı tatlarla, modern sancılarla, yeni arayışlarla ve şaşırtıcı motiflerle harmanlanıp aramıza döndü Frankenstein. Belki de bazılarımız için aramızdan hiç ayrılmamıştı.
Ahmed Saadavi’nin Frankenstein’ını anlamak için gelin Mary Shelley’in Frankenstein’ını anlamaya çalışalım. Frankenstein, 1800’lü yıllarda Mary Shelley, eşi ve arkadaşları birbirlerine korkunç hikâyeler anlatırken gotik bir eser olarak doğmuştur. Hikâyeye baktığınızda ise yaratıcısı tarafından terk edilen, kendi duygularını anlamaya ve hayattaki konumunu bulmaya çalışan, ismi olmayan bir "canavar’" ile göz göze gelirsiniz. Belki de bakışları içinize işler. Canavar tam bir hiçliğin içinden medeniyetin ortasına bırakılmıştır. İnsanların kullandığı her türlü iletişim dilini anlamaya ve sosyalleşmeye çalışır. Fakat dış görünüşünün korkutuculuğundan güveni kırılır, kulübesinden çıkmaya cesareti kalmaz ve böylelikle içine kapanır. Zaman ilerledikçe ve insanlara ruhuyla dokunamadıkça hırçınlaşır. Diğer insanlardan farklı olduğunu ve kendisini muhabbetiyle onlara kabul ettiremediğini daha da derinden hissettikçe, yaratıcısının -Dr. Frankenstein’ın- peşine düşmeye karar verir. Doktorun kendisini yaratma sürecindeki notlarından yararlanarak yaşadığı yeri öğrenen canavar, intikam almak için doktorun kardeşini öldürür ve suçu masum bir insanın üzerine atar. Böylece canavarın kulübesinde okuduğu kitaplar ve düşünceleri onu daha erdemli bir varlık yapacak iken o intikam duygusuyla söylenildiği gibi bir canavara dönüşür.
Ahmed Saadavi’nin toplumsal sorunları sembolize eden canavarı ise “İsmi Nedir” adıyla karşımıza çıkar. İsmi Nedir’in yaratıcısı Betaviyyin semtinde yaşayan, etraftan topladığı antikaları evinde biriktirip satan ve boş vakitlerinde uydurduğu hikâyeleri kahvehanede anlatan Eskici Hadi’dir. İsmi Nedir’in doğuşu ise Notovel Otel’in önünde bir canlı bomba saldırısı gerçekleşmesinin akabinde çok sayıda insanın hayatını kaybetmesiyle başlar. Toplama ve bir araya getirme alışkanlığı, parçalanmış cesetlerin daha iyi bir akıbeti hak ettikleri düşüncesiyle birleşince, Eskici Hadi tüm bu parçalanmış uzuvları bir araya getirip en azından tek bir insan bedeni oluşturabilmek için kolları sıvar. Öyle ki bu saldırıda yeni evlenen ve çok genç olan Hasib Muhammed’in ruhu henüz başıboş dolaşırken, bir ruha ihtiyacı olan bu bedene denk gelir ve sanki bedenle ruh gizli bir anlaşma yapmışcasına bütünleşir. Ne var ki sabah olduğunda Hadi, bir araya getirdiği bu insan bedenine benzeyen tuhaf varlığı evinde bulamayacaktır. Çünkü Hasib’in ruhu, yaratığın bedenine can olmuştur. İsmi Nedir, canlandıktan hemen sonra Hadi’nin yan komşusu yaşlı İlişva’nın evine misafir olur. İlişva ise onun öldüğüne asla inanmadığı ve umutlu bir bekleyiş ile daima yolunu gözlediği oğlu Danyal olduğunu düşünür. Yaşlı kadın oğlu zannettiği bu yaratığa, onun yokluğunda başından neler geçtiğini anlatırken, İsmi Nedir de bir yandan onun anlattıklarına kulak verir ve neler hissettiğini anlamaya çalışır, bir yandan da etrafını inceler.
Diğer insanlardan daha büyük ve daha güçlü olan bu yaratık zamanla masumların intikamını alan bir ölüm makinasına dönüşür. Masum insanların nazarında İsmi Nedir, gizli bir süper kahraman haline gelir; namı dillerden dillere dolaşır. İntikamı alınan masumların uzuvları ise vadesi dolarak İsmi Nedir'in vücudundan eriyip düşer. Yaratık, eriyen uzuvlarının onu adım adım ölüme götürdüğünü bilerek kendini bu sona hazırlar; yaşadıklarından bitap düşerek kendinden geçer. Ancak İsmi Nedir’i bir kurtarıcı olarak gören yardımcıları onu daha uzun süre hayatta tutabilmek adına baygın haldeyken ona suçluların uzuvlarını eklerler. Frankenstein Bağdat'ta romanının belki de en can alıcı noktası kahramanımızın kendisiyle alakalı sarsıcı gerçeği öğrendiği andır; artık vücudunda intikamının alınmasını bekleyen masum bedenlerin uzuvlarını değil; katil, adaletsiz, terörist ve cani insanların cesetlerinden arta kalanları taşımaktadır.
Kötülüğün bulaştığı uzuvlar, artık İsmi Nedir’in iradesi dışına çıkar ve kahramanımız yapması gereken görevleri gereğince yerine getiremez. Bundan dolayı vücudu daha hızlı eriyip gider. “Azaları yerli yerine çakılmamıştı. Bir çift göz, bir yumruk yürek arasında darma dumandı.” Sonunun yaklaştığını düşünen İsmi Nedir endişeyle, kimseye zararı dokunmamasına rağmen masum yaşlı bir adamın gözlerini çıkarıp kendi göz yuvalarına yerleştirir. İşte bu da insanın bir kere var olmak uğruna kendi mevcudiyetine ufacık bir kara leke çaldıktan sonra nasıl canavarlaşacağına delildir. “Çünkü silah taşıyan herkes biraz suçludur.” Saadavi’nin İsmi Nedir’i burada Mary Shelley’nin canavarına benzer. O da tıpkı Frankenstein gibi masum bir insanı öldürür.
İsmi Nedir, insani duygulardan uzaklaşarak hayatta kalmak pahasına farklı insanları öldürerek eriyen uzuvlarını yeni uzuvlarla değiştirmeye başlar. Hikayenin başında görevlerini yerine getirdikten sonra gözlerini huzurla kapatmayı düşünürken, hikayenin sonunda birazcık daha uzun yaşamaya çalışan bir varlık haline gelir. Bu sonsuz döngüsüyle İsmi Nedir, tanrılardan ateşi çalıp insanlara bahşeden ve Zeus tarafından bir dağda her yeni doğan gün yenilenen ciğeri kartallara yem edilen ebedi cezaya çarptırılmış Prometheus’a benzetilir.
Ahmed Saadavi, romanında sadece ana karakterin başından geçen olayları değil yardımcı karakterlerin de hayat mücadelelerini, erdemli hayat sürmeye çabalayanları ve değerlerinden vazgeçenleri ele alarak romanını daha da zenginleştiriyor. Bu yönleriyle mahallelinin siyasi, ictimai ve kültürel alanlardaki sınavları İsmi Nedir’in hikayesine paralel olarak işleniyor. Mezhep çatışmalarına, toplumsal ayrışmalara, zayıflayan komşuluk bağlarına, ABD’nin Irak’ta gerçekleştirdiği yıkımlara başkaldıran İsmi Nedir; hikayenin sonunda, ölmez. Uzaktan insanları izlemeye devam eder.
Öyleyse dikkat edin her an karanlıkların içinden karşınıza İsmi Nedir fırlayabilir!
Frankenstein Bağdat'ta
Ahmed Saadavi
Timaş Yayınları, 2018
Çeviri: Süleyman Şahin
320 s.