Ahmet Şevki'nin Abdurrahman ed-Dahil'e Gazelinin Son Kısmı ve Türkçe Çevirisi [4/4]
“Emîru’ş-şuarâ / Şairlerin Emiri” unvanıyla tanınan Ahmet Şevkî (أَحْمَد شَوْقِي), Endülüs Emevi Devleti’nin kurucusu Abdurrahmân ed-Dâhil’e bir şiir yazmıştır. Şiirin, yayımladığımız ilk kısmında Şevkî, konudan bağımsız bir girizgah ile başlamaktaydı. İkinci kısımda Dâhil’in kahramanlıkları ve sahip olduğu üstün nitelikleri betimleyen şair, üçüncü kısımda da Dâhil’in kahramanlıklarını anlatmaya devam etmiştir.
Son olarak çevirdiğimiz bu kısımda ise Dâhil’in ölümünü ve bıraktığı hatırayı anlatan şair -vefatı hakkında çok fazla bilgi olmayan- Dâhil’i daha şairane bir dille övmektedir. Yine şair bu bölümde, hikmetli sözlere de ağırlık vermektedir.
Henüz Okumadıysanız:
Şiirin ilk kısmı / ikinci kısmı / üçüncü kısmı
Önce Şiir
صَقْرُ قُرَيْشٍ) عَبْدُ الرَّحْمَن الدَّاخِل)
Abdurrahmân ed-Dâhil’e Gazel [4/4]
أَيُّهَا الْقَلْبُ أَحَقٌّ أَنْتَ جَارْ
لِلَّذِي كَانَ عَلَى الدَّهْرِ يُجِير
هَا هُنَا حَلَّ بِهِ الرَّكْبُ وَسَارْ
وَهُنَا ثَاوٍ إِلَى الْبَعْثِ الْأَسِير
فَلَكٌ بالسَّعْدِ وَالنَّحْسِ مَدَار
صَرَعَ الْجَامَ وَأَلْوَى بِالْمُدِير
هَا هُنَا كُنْتَ تَرَى حُوَّ الدُّمَى
فَاتِنَاتٍ بِالشِّفَاهِ اللُّعُسِ
نَاقِلَاتٍ فِي الْعَبِيرِ الْقَدَمَا
وَاطِئَاتٍ فِي حَبِيرِ السُّنْدُسِ
Ey kalp, sen gerçekten sahip çıkıyor musun
O insanları feleğe karşı koruyana
Buraya gelmişti ve buradan geçti gitti
Mahşere kadar da burada mezar esaretinde
Çark-ı felektir bu, kah mutluluk getirir kah keder yaşatır
Kadehi düşüren de odur, sahibini yok eden de
Burada o dilber sanemleri görürdün
Gonca dudaklarıyla insanları meftûn eden
Itırlı çiçekler arasında gezip
Alaca ipeklere ayak basarlardı
***
خُذْ عَنِ الدُّنْيَا بَلِيغَ الْعِظَةِ
قَدْ تَحَلَّتْ فِي بَلِيغِ الْكَلِمِ
طَرَفَاهَا جُمِعَا فِي لَفْظَةٍ
فَتَأَمَّلْ طَرَفَيْهَا تَعْلَمِ
اَلْأَمَانِي حُلُمٌ فِي يَقَظَةٍ
وَالْمَنَايَا يَقَظَةٌ فِي حُلُمِ
كُلُّ ذِي سِقْطَيْنِ فِي الْجَوِّ سَمَا
وَاقِعٌ يَوْمًا وَإِنْ لَمْ يُغْرَسِ
وَسَيَلْقَى حَيْنَهُ نَسْرُ السَّمَا
يَوْمَ تُطْوَى كَالْكِتَابِ الدَّرِسِ
أيْنَ يَا وَاحِدَ مَرْوَانَ عَلَمْ
مَنْ دَعَاكَ النَّسْرَ سَمَّاهُ العُقَاب
رَايَةٌ صَرَّفَهَا الْفَرْدُ الْعَلَمْ
عَنْ وُجُوهِ النَّصْرِ تَصْرِيفَ النِّقَاب
كُنْتَ إنْ جَرَّدْتَ سَيْفاً أَوْ قَلَمْ
أُبْتَ بِالْأَلْبَابِ أَوْ دِنْتَ الرِّقَاب
مَا رَأَى النَّاسُ سِوَاهُ عَلَماً
لَمْ يُرَمْ فِي لُجَّةٍ أَوْ يَبسِ
أَعَلَى رُكْنِ السِّمَاكِ ادَّعَمَا
وَتَغَطَّى بِجَنَاحِ الْقُدُسِ
Dünyanın verdiği öğüde kulak ver
Güzel sözlerle ifade ettiği
Öyle öğüttür ki o; iki ibret tek sözde bulunur
İki ibreti de nazara al ki istifade edesin
Ümitler uyanıklık halinde görülen rüyalardır
Ölüm ise rüyalar içindeki gerçek intibahtır
Göğe yükselmiş her kuş
Muhakkak bir gün düşecektir, o ait olmadığı toprağa
O şahinin dahi bir gün vakti gelecektir
O gün ki göğün eski kitap misali dürüleceği
Ey Mervanoğullarının gözdesi; nerede
O, sen doğan diye anılırken kartal ismini alan sancak
Sancağı o merd-i yekta kaldırmıştı
Zaferin çehresinden peçeyi kaldırırmışçasına
Bir kılıç çeksen ya da bir kalem
Kah kalpleri kah dik başları kendine boyun eğdirirdin
İnsanlar ondan başka kimi gördü ki
Ne karada ne de denizde mağlup edilemeyen
Hayret! O arşın direğine mi yaslanıyordu
Yoksa Cebrâil’in kanadını mı kalkan edinmişti
***
قَصْرُكَ «المِنْيَةُ» مِن قُرْطُبَةٍ
فِيهِ وَارَوْك ولِلهِ الْمَصِير
صَدَفٌ خُطَّ عَلَى جَوْهَرَةٍ
بَيْدَ أَنَّ الدَّهْرَ نَبَّاشٌ بَصِير
«لَمْ يَدَعْ ظِلًّا لِقَصْرِ «الْمِنْيَةِ
وَكَذَا عُمْرُ الْأَمَانِيِّ قصير
كُنْتَ صَقْرًا قُرَشِيًّا عَلَما
مَا عَلَى الصَّقْرِ إِذَا لَمْ يُرْمَسِ
إِنْ تَسَلْ أَيْنَ قُبُورُ الْعُظَمَا
فَعَلَى الْأَفْوَاهِ أَوْ فِي الْأَنْفُسِ
Kurtuba’da inşa ettiğin Minye Sarayı’nda
Seni toprağa verdiler, Allah’a yürüdün
Cevherlerin sadefiydi o toprak
Fakat felek iyi bir mezar kazıcıdır
Minye Sarayı'ndan bir gölge bile bırakmadı geriye
İşte hayallerin de hep böyle ömrü kısadır
Sen Kureyşli bir şahin idin
Şahinin mezarı olmasa ne fark eder
Yüce insanların mezarı nerededir diye sorarsan
Onların mezarları ya dillerdedir ya da gönüllerde
***
كَمْ قُبُورٍ زَيَّنَتْ جِيدَ الثَّرَى
تَحْتُهَا أَنْحَسُ مِنْ مَيْتِ المَجُوس
-كَانَ مَنْ فِيهَا -وَإِنْ حَازُوا الثَّرَى
قَبْلَ مَوْتِ الْجِسْمِ أَمْوَاتَ النُّفُوس
وَعِظَامٍ تَتَزَكَّى عَنْبَراً
مِنْ ثَنَاءٍ صِرْنَ أَغْفَالَ الرُّمُوس
فاتَّخِذْ قَبْرَكَ مِنْ ذِكْرٍ فَمَا
تَبْنِ مِنْ مَحْمُودِهِ لَا يُطْمَسِ
هَبْك مِنْ حِرْصٍ سَكَنْتَ الْهَرَمَا
أَيْنَ بَانِيهِ الْمَنِيعُ الْمَلْمَسِ
Nice kabir vardır, yeryüzünü süsler
Halbuki o kabrin içindeki, bir ateşperestin cesedinden dahi uğursuzdur
O kabirlerin sakinleri nice topraklara sahipti
Fakat onlar bedenen ölmeden önce ruhen ölmüşlerdi
Ve yine nice kemikler vardır, misk ü amber misali
Hayırla yad edilmiş, lakin kabirlerin arasında kaybolmuşlardır
Kabrini insanların arasında bıraktığın güzel hatırada edin
İşte o zaman o güzel hatıra asla silinmez
Yoksa piramitlerde sâkin olsan ne yazar
Var mı bugün o piramidin sahibini hatırlayan
Şiir Notları
“أيُّها الدَّهرُ أحقّاً أنتَ جار / للَّذي كانَ على الدَّهْرِ يُجير”
Burada جار komşuluk manasında değil, himaye altına almak manasında kullanılmıştır. Himaye altına almak ve sahip çıkmak manasındaki “civâr/جِوار” kelimesi eski Arapların örfünde önemli yere sahipti. Bunun Câhiliye döneminde birçok örneği bulunduğu gibi Siyer-i Nebî’de de örnekleri vardır. Örneğin Hz. Peygamber Tâ’if dönüşünde Mekke’ye girerken Mut’im b. Adiy’in civârında (himayesinde) girmiştir. Keza Mekke'nin fethi sırasında Hz. Ali'den kaçan iki müşrik, (Hz. Ali'nin kız kardeşi) Ümmü Hanî'den civâr istemiş ve Ümmü Hanî de onları civârı altına almıştır. Hz. Peygamber de bu civârı onaylamış ve o iki müşriğin öldürülmesine müsaade etmemiştir. Civâr ayrıca Kur’an’da da geçmektedir (bkz. Enfâl-48).
“وَسَيَلْقى حَيْنَهُ نَسرُ السَّما / يومَ تُطوَى كالكِتابِ الدَّرِسِ”
beytinde şair; kıyameti tasvir eden "يومَ نطوي السَّماءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ للكُتُب" “O dehşet günü; gökleri, yazılı kâğıt tomarlarını dürer gibi düreriz.” ayetine atıfta bulunmuştur. Bu atıfla şair gökler dâhil her şeyin yok olacağı gerçeğini vurgulamıştır.
Yeni Kelimeleri Yoklayalım
Kaynaklar
Şiir için:
Şevkî, A. (1970). Duvelu’l-Arab ve Uzamâ’u’l-İslâm. Beyrut: Dâru’l-kitâbi’l-Arabi, 78-86.
Sözlükler:
ez-Zirikli, H.D. (2002). el-Alâm. Beyrut: Dâru’l-ilm lil-melêyin.
İbn Manzûr. (1993). Lisânü’l-Arab. Beyrut: Dâru Sâder.