Ali et-Tantavi'nin Beytülmakdis'te Adlı Hikayesinin İlk Kısmı ve Türkçe Çevirisi [1/4]
20. yüzyıl modern Arap edebiyatının tanınmış isimlerinden olan Ali et-Tantâvî (علي الطنطاوي) doksan yıllık hayatına farklı edebi türlere ait pek çok eser sığdırmıştır. Özellikle İslam edebiyatı alanında yazdığı başarılı eserleri, onu bu ekolün öncülerinden biri haline getirmiştir [1]. Yazımızda Ali et-Tantâvi’nin (قصص من التاريخ) Tarihten Hikayeler adlı eserinde yer alan “Beytülmakdis’te” öyküsüne giriş yapacağız.
Öykü, 1187’de Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından gerçekleştirilen Kudüs’ün fethini, Maryet adında Hristiyan bir kadının gözünden anlatmakta. Üç kısımda yayınlayacağımız hikayenin ilk kısmını yazımızda okuyabilirsiniz.
Önce Yazı
فِي بَيْتِ الْمَقْدِسِ
كَانَتْ «مَارْيِيت» تَدُورُ فِي الْبَيْتِ، مَا تَسْتَطِيعُ أَنْ تَسْتَقِرَّ مِنْ جَزَعِهَا عَلَى زَوْجِهَا وَإِشْفَاقِهَا أَنْ يُصِيبَهُ مَكْرُوهٌ، تَضُمُّ وَلَدَهَا الرَّضِيعَ إِلى صَدْرِهَا تُنَاجِيهِ وَتُنَاغِيهِ، ثُمَّ يُدْرِكُهَا اليَأْسُ، وَيُخَيَّلُ إِلَيْهَا أَنَّهُ قَدْ غَدَا يَتِيماً لاَ أَبَ لَهُ، فَتَسَّاقَطُ الدُّمُوعُ مِنْ عَيْنَيْها عَلَى وَجْهِ الطِّفْلِ فَيُفِيقُ مَذْعُوراً وَيَبْكِي، فَتَمْتَزِجُ دَمْعَةُ الحُبِّ بِدَمْعَةِ الطُّفُولَةِ
.وَكَانَ زَوْجُهَا قَدْ خَرَجَ مِنَ الْغَدَاةِ لِرَدِّ الْأَعْدَاءِ المُسْلِمِينَ عَنْ بَيْتِ المَقْدِسِ، وَمَالَتِ الشَّمْسُ وَلَمْ يَعُدْ، وَلَمْ تَعْرِفْ مَاذَا حَلَّ بِهِ
وَكَانَتْ مَارْيِيت فَتَاةً بَاسِلَةً ثَابِتَةَ الجَنَانِ. لَمْ تَكُنْ تَعْرِفُ الخَوْفَ وَلَا تَخْلَعُ الحَوَادِثُ فُؤَادَهَا، وَلَكِنّ وَقْعَةَ حِطِّينَ لَمْ تَدَعْ لِشُجَاعٍ مِنَ الإِفْرَنْجِ قَلْباً، وَلَمْ تَتْرُكْ لِفَارِسٍ فِيهِمْ مَأْمَلاً فِي نَصْرٍ؛ فَقَدْ طَحَنَتْ جُيُوشَهُمْ طَحْناً، وعَرَكَتْهَا عَرْكَ الرَّحَى، وَزَعْزَعَتْ قُلُوبَ الْكُمَاةِ عَنْ مَوَاضِعِهَا. فَكَيْفَ بِقُلُوبِ الغِيدِ الحِسَانِ؟
وَكَانَ زَوْجُ مَارْيِيت فَارِسَ الحَلْبَةِ وَبَطَلَ القَوْمِ، وَكَانَ قَدْ رَأَى البَنَاتِ مِنَ الإِفْرِنْجِ وَالْأَلْمَانِ وَالْإنْكِلِيزِ وَ(كُلَّ أُمَّةٍ فِي أُورُبَّة) يَمْلَأْنَ جَوَانِبَ القُدْسِ، فَلَمْ يَرَ فِيهِنَّ مَنْ هِيَ أَفْتَنُ فِتْنَةً وَأَبْهَى جَمَالاً مِنْ مَارْيِيت، فَهَامَ بِهَا وَهَامَتْ بِهِ، وَتَزَوَّجَهَا فَكَانَا خَيْرَ زَوْجَيْنِ، وَكَانَتْ حَيَاتُهُمَا النَّعِيمَ كُلَّهُ، وَدَارُهُمَا كَأَنَّهَا لَهُمَا جَنَّةُ عَدْنٍ. وَلَكِنّ حُبَّهُ لَهَا لَمْ يُشْغِلْهُ عَنْ حُبِّهِ لِوَطَنِهِ، وَتَمَسُّكِهِ بِصَلِيبِيَّتِهِ، وَحِرْصِهِ عَلىَ أَنْ يَبْقَى أَبَداً فَارِسَ النَّصْرَانِيَّةِ المُعَلَّمَ وَبَطَلَهَا، فَكَانَ كُلَّمَا سَمِعَ نَأْمَةً طَارَ إِلَيْهَا، وَكُلَّمَا دَعَا دَاعِي القِتَالِ كَانَ أَوَّلَ المُلَبِّينَ
وَفُتِحَ البَابُ فَخَفَقَ قَلْبُ مَارْيِيت وَتَلاَحَقَتْ أَنْفَاسُهَا، وَلَمْ تَدْرِ أَهُوَ البَشِيرُ أَمْ هُوَ النَّاعِي، وَتَلَفَّتَتْ فَإِذَا هِيَ بِزَوْجِهَا يَدْخُلُ عَلَيْهَا سَالِماً، يَمُدُّ لَهَا ذِرَاعَيْهِ فَتُلْقِي بِنَفْسِهَا بَيْنَهُمَا، وَيُحَدِّثُهَا حَدِيثَ النَّصْرِ: لَقَدْ رَدَّ «يَسُوع» الأَعْدَاءَ، وَفَتَّ فِي أَعْضَادِهِمْ فَانْطَلَقُوا هَارِبِينَ قَبْلَ أَنْ نُبَاشِرَ حَرْباً أَوْ نَشْرَعَ فِي قِتَالٍ. لَقَدْ اسْتَقَرَّ -أَيَّتُهَا الحَبِيبَةُ- مُلْكُ الْمَسِيحِ فِي بَيْتِ المَقْدِسِ إِلَى الأَبَدِ، وَلَوْ أَبَصَرْتِهِمْ يَا مَارْيِيت وَقَدْ ذَهَبَ الفَزَعُ بِأَلْبَابِهِمْ لَمَّا رَأَوْا أَسْوَارَ الْمَدِينَةِ تُطِلُّ مِنْ فَوْقِهَا أَبْطَالُ النَّصْرَانِيَّةِ وَفُرْسَانُ الصَّلِيبِ، فَهَدُّوا خِيَامَهُمْ وَوَلَّوُا الأَدْبَارَ لَا يَلْوُونَ عَلَى شَيْءٍ، لَا يُرِيدُونَ إِلَّا النَّجَاةَ... لَمَا صَدَّقْتِ أَنَّ هَؤُلَاءِ هُمُ الَّذِينَ فَعَلُوا تِلْكَ الفَعْلَةَ فِي حِطِّينَ. لَقَدْ فَرُّوا كَالنِّعَاجِ الشَّارِدَةِ... فَيَا لَيْتَ أَبْطَالَ القُدْسِ كَانُوا فِي حِطِّينَ لِيُرُوهُمْ يَوْمَئِذٍ مَا الْقِتَالُ! أَلَا تَقَدَّسَ الصَّلِيبُ، وَتَبَارَكَ اسْمُ النَّاصِرِيِّ! إنَّ أُورْشَلِيم لَنَا إِلَى الْأَبَدِ
.وَمَشَتْ مَعَهُ إِلَى الكَنِيسَةِ الكُبْرَى لِتَحْضُرَ الاحْتِفَالَ بِالنَّصْرِ
وَكَانَ يُحَدِّثُهَا فِي الطَّرِيقِ عَنْ هَؤُلَاءِ الوُحُوشِ الكَافِرِينَ، وَيَصِفُ لَهَا فَظَاعَةَ دِيَانَتِهِمْ وَقَسْوَةَ رِجَالِهِمْ، وَكَيْفَ يَأْكُلُونَ لُحُومَ أَعْدَائِهِمْ وَيَشْرَبُونَ دِمَاءَهُمْ، وَيُصَوِّرُ لَهَا مَلِكَهُمْ «صَلاَحَ الدِّينِ»، كَمَا وَصَفَهُ لَهُ الْكَهَنَةُ وَرِجَالُ الكَنِيسَةِ فَتَرْجُفُ أَضْلَاعُهَا خَوْفاً وَفَزَعاً مِنْ هَذِهِ الصُّورَةِ المُرْعِبَةِ، وَتَضُمُّ وَلَدَهَا إِلَيْهَا، وَتُصَلِّبُ وَتَسْتَجِيرُ بِالْقِدِّيسِينَ جَمِيعاً، وَبِيَسُوعَ وَبِالْعَذْرَاءِ، أَنْ لَا يَجْعَلُوا لَهُ سَبِيلاً إِلَيْهَا، وَأَنْ لَا يُروهَا وَجْهَهُ الْمُخِيفَ
وَيَنْقَضِي الاِحْتِفَالُ، وَيَرْجِعُونَ مِنَ الْكَنِيسَة وَهِيَ تُحِسُّ أَنَّ الدُّنْيَا قَدْ أَلْقَتْ إِلَيْهِمْ مَقَالِيدَ الْأَمَانِيّ، وَأَنَّ الدَّهْرَ قَدْ حَكّمَهُمْ فِيهِ وَنَزَلَ عَلَى حُكْمِهِمْ، وَتَسْتَلْقِي عَلَى فِرَاشِهَا وَهِيَ تُدَاعِبُ الْآمَالَ وَتُنَاجِيهَا. حَتَّى إِذَا بَلَغَ بِهَا التَّأْمِيلُ أَنْ تَرَى هَذِهِ الْبِلَادَ كُلَّهَا قَدْ عَادَتْ لِلْمَسِيحِ وَأَتْبَاعِهِ، وَلَمْ تَبْقَ فِي جَنَبَاتِهَا مَنَارَةُ مَسْجِدٍ، وَلَمْ يَعُدْ يَتَرَدَّدُ فِي جَوِّهَا أَذَانٌ، وَتَرَى زَوْجَهَا قَدْ عَلَا فِي الْمَنَاصِبِ حَتَّى صَارَ الْقَائِدَ الْمُفْرَدَ، أَغْمَضَتْ عَيْنَيْهَا عَلَى هَذِهِ الصُّورَةِ الْحُلْوَةِ وَأَخَذَتْهَا مَعَهَا فِي أَحْلَامِهَا... وَنَامَتْ. وَلَكِنَّهَا لَمْ تَجِدْ إِلَّا حُلْماً مُزْعِجاً: لَقَدْ أَحَسَّتْ كَأَنَّ الْمَدِينَةَ تَتَقَلْقَلُ وَتَمِيدُ، وَكَأَنَّ حُصُونَهَا تَدُكُّ دَكّاً، وَتَخِرُّ حِجَارَتُهَا، وَتَتَهَدَّمُ كَمَا يَتَهَدَّمُ عُشُّ عُصْفُورٍ ضَعِيفٍ بِضَرْبَةٍ مِنْ جَنَاحِ نَسْرٍ كَاسِرٍ. وَخَالَطَتْ سَمْعَهَا أَصْوَاتُ الْعَوِيلِ وَالْبُكَاءِ تَتَخَلَّلُهَا صَرْخَاتُ الرِّجَالِ، فَعَلِمَتْ أَنَّهُ لَيْسَ بِحُلْمٍ وَلَكِنَّهَا الْحَقِيقَةُ. فَوَثَبَتْ تَحْمِلُ ابْنَهَا، وَنَظَرَتْ إِلَى سَرِيرِ زَوْجِهَا فَلَمْ تَلْقَهُ فِي مَكَانِهِ، فَخَرَجَتْ تَسْأَلُ مَا الْخَبَر، فَخَبَّروها أَنَّ صَلَاحَ الدِّينِ قَدْ دَارَ حَوْلَ الْبَلَدِ حَتَّى حَطَّ عَلَى جَبَلِ الزَّيْتُونِ، ثُمَّ صَدَمَ الْمَدِينَةَ صَدْمَةً زَلْزَلَتْهَا وَهَزَّتْهَا هَزاًّ وَكَادَتْ تَقْتَلِعُهَا مِنْ أَسَاسِهَا كَمَا تُقْتَلَعُ الشَّجَرَةُ مِنَ الأرْضِ الرَّخْوَةِ، وَرَمَاهَا بِالْمَنْجَنِيقاتِ وَالعَرَّادَاتِ، وَقَذَفَهَا بِالنِّيرَانِ الْمُشْتَعِلَةِ، وَهَجَمَ جُنُودُهُ عَلَى الأسْوَارِ كَالسَّيْلِ الْمُنْحَطِّ، بَلْ كَأَبَالِسَةِ الْجَحِيمِ، لَا تُحْرِقُهُمْ نِيرَانُنَا وَلَا يَقْطَعُ فِيهِمْ حَدِيدُنَا، كَأَنَّ المَرَدَةَ وَالشَّيَاطِينَ كُلَّهَا تُقَاتِلُ مَعَهُمْ
وَكَانَتْ مَارْيِيت وَاثِقَةً مِنْ قُوَّةِ الدِّفَاعِ؛ فَالْقُدْسُ بَلَدُ النَّصْرَانِيَّةِ لَبِثَتْ فِي أَيْدِي أَهْلِهَا مِئَةَ سَنَةٍ لَا سَنَةً وَلَا سَنَتَيْنِ، وَفِي الْقُدْسِ سِتُّونَ أَلْفاً هُمْ خِيرَةُ أَجْنَادِ الصَّلِيبِ، يَقُودُهُمْ «بَلْيَان» ويُصَرِّفُهُمُ الْبَطْريرِكُ الأَكْبَرُ. وَلَكِنْ هَذِهِ الْمُفَاجَأَةُ رَوَّعَتْهَا وَأَدْخَلَتِ الشَّكَّ إِلَى قَلْبِهَا
...
Beytülmakdis'te
Maryet evde dönüp duruyordu. Eşinin başına bir şey geleceğine dair duyduğu korku ve endişeden dolayı yerinde duramıyordu. Fısıldayarak ve severek bebeğini bağrına bastı. Sonra birden ümitsizliğe kapıldı ve bu yavrunun, babası olmayan yetim bir yavrucak olabileceğini hayal etti. Gözlerinden süzülen yaşlar bebeğin yanağına düşünce bebek, korkarak uykusundan uyandı ve ağladı. Böylece sevgi gözyaşları ile bebek gözyaşları birbirine karıştı.
Kocası, Müslüman düşmanları Beytülmakdis’ten defetmek için seher vaktinde evden ayrılmıştı. Güneş batmaya başlamış; ancak hala dönmemişti. Kocasının başına ne geldiğini bilmiyordu.
Maryet, cesur ve soğukkanlı bir kızdı. Korku nedir bilmezdi ve hiçbir olay yüreğini titretemezdi. Fakat Hıttin Savaşı, Frenklerin yiğitlerinde bile yürek bırakmamıştı. Aralarında zafer umudu olan tek bir süvari dahi kalmamıştı. Savaş, ordularını değirmen misali öğütmüş; adeta un haline getirmişti. Zırhlıların kalpleri bile yerinden oynamışken iyi ve narin kadınların kalbi bu duruma nasıl dayanabilirdi?
Maryet’in kocası kavmin piri ve kahramanı idi. Kudüs’ün çevresini dolduran Frenk, Alman, İngiliz (bütün Avrupa milletlerinden) kızları görmüştü. Aralarında çekicilik ve güzellik bakımından Maryet’ten daha üstünü yoktu. Böylece Maryet’e aşık oldu, o da bu aşka karşılık verdi. Maryet’le evlendiler ve çiftlerin en iyisi oldular. Hayatları saadetle doluydu. Evleri ikisi için de Adn cenneti mesabesindeydi. Fakat kocasının Maryet’e olan aşkı; onu vatanına olan aşkından, Haçlılar’a olan bağlılığından ve sonsuza dek usta bir Hristiyan süvarisi ve kahramanı olarak kalma arzusundan alıkoymadı. Nerede bir yay sesi duysa oraya atılırdı ve ne zaman birisi savaş çağrısında bulunsa ilk o icabet ederdi.
Kapı çalınca Maryet’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Nefes nefese kalmıştı. Gelen müjdeyle mi yoksa ölüm haberiyle mi gelmiş, bilmiyordu. Kapıya yönelmişti ki kocasının sağ salim içeri girdiğini gördü. Kollarını Maryet’e doğru uzattı, Maryet de kendisini eşinin ona doğru uzanan kollarına attı. Maryet’e zaferlerini şöyle anlatıyordu: “İsa düşmanları geri püskürttü ve güçlerini zayıflattı. Henüz biz savaşa başlamadan ya da muharebeye girmeden kaçmaya başladılar. Sevgilim, Hz.İsa’nın hâkimiyeti sonsuza kadar Beytülmakdis’i karar kıldı. Hristiyan kahramanların ve Haçlı süvarilerinin üzerinde belirdiği şehrin surlarıyla karşılaştıklarında korkudan akıllarını kaybederken onları görmeliydin Maryet! Derhal çadırlarını yıktılar ve arkalarına bakmadan kaçtılar. Sadece kurtulmak istiyorlardı... Aynı zaferi Hıttin Savaşı’nda onların gerçekleştirdiğine inanamazdın! Ürkmüş dişi koyunlar gibi kaçıştılar. Ah keşke Kudüs’ün kahramanları Hıttin’de de olsaydı da savaş nasıl olurmuş düşmanlara gösterselerdi! Doğrusu haç mukaddestir ve İsa’nın ismi yücedir! Şüphesiz ki Urşelim ilelebet bizimdir.
Maryet kocası ile birlikte zafer kutlamalarına katılmak için büyük kiliseye gitti. Kocası yolda ona barbar kâfirlerden bahsediyordu. Dinlerinin iğrençliğini, adamlarının sertliğini, düşmanlarının etlerini nasıl yediklerini ve kanlarını nasıl içtiklerini tarif ediyor; tıpkı papazların ve kilise adamlarının kendisine tarif ettiği gibi kralları Selahaddin’i betimliyordu. Bu ürkütücü manzaradan dolayı duyduğu korku ve dehşetten Maryet’in tüyleri ürperdi. Bebeğini bağrına bastı ve istavroz çıkarttı. Selahaddin’in kendisine ulaşmasını engellemeleri ve o korkunç yüzünü kendisine göstermemeleri için tüm azizlere, İsa’ya, Meryem’e sığındı.
Kutlama bitti ve kiliseden döndüler. Maryet dünyanın, kendilerine arzuların anahtarlarını verdiğini ve zamana hükmettiklerini, zamanın da onların kararına uyduğunu hissediyordu. Umutlarla oyalanarak ve onları fısıldayarak yatağına uzandı. Bu düşünceleri öyle bir noktaya ulaştı ki ülkenin tamamının yeniden İsa’ya ve ona tabi olanlara ait olduğunu düşledi. Ve etrafında hiçbir mescit minaresi kalmadığını, semalarında ezan sesinin bir daha hiç yankılanmadığını... Kocasının rütbesinin yükseldiğini ve yegane komutan haline geldiğini gördü. Gözlerini bu tatlı manzaraya kapattı ve onları rüyalarına taşıdı... Fakat gördüğü şey kabustan başka bir şey değildi! Sanki şehir yerinden oynuyor ve sallanıyor, kaleleri yerle bir oluyor, taşları devriliyor gibi hissetti. Şehir, tıpkı zayıf bir serçe yuvasının vahşi bir kartalın kanadından gelen darbeyle yıkılması gibi yıkılıyordu. Kulağına ağıt ve ağlama sesleri karışıyor, araya adamların çığlıkları da giriyordu. Bunun sadece bir düş değil, bilakis hakikat olduğunu idrak etti. Oğlunu kucağına alarak sıçradı ve kocasının yatağına baktı, yerinde yoktu. Neler olduğunu öğrenmek için dışarı çıktı ve Selahaddin’in şehrin çevresinde dolaşıp Zeytin Dağı’na yerleştiğini, sonra da şehri büyük bir darbe ile sarstığını haber aldı. Neredeyse gevşek zemindeki ağacın sökülmesi gibi şehri yerinden sökecekti. Mancınıklarla ve balistalarla şehri ateşe verdi. Tutuşmuş alev toplarını şehre fırlattı. Ordusu ise alçak bir sel gibi surlar üzerinden akın etti. Bilakis cehennem iblisleri gibiydiler, ne ateşimiz onları yakıyor ne kılıcımız onları kesiyordu. Sanki bütün şeytanlar ve cinler onlarla beraber savaşıyordu.
Maryet savunma kuvvetlerine güveniyordu. Kudüs bir Hristiyan şehriydi ve bir-iki sene değil, tam yüz yıldır onların hakimiyeti altındaydı. Kudüs’te Balian’ın komutanlığında ve büyük Patrik tarafından yönlendirilen altmış bin seçkin Haçlı askeri vardı. Ancak bu sürpriz Maryet’i korkuttu ve kalbine şüphe tohumları ekti.
...
Hikaye Notları
Ali et-Tantâvî kimdir?
12 Haziran 1909’da Şam’da dünyaya gelen Tantâvî, çocukluk yıllarından itibaren ilme olan düşkünlüğü ile temeyyüz etmiştir. Lise yıllarında ilk makalesi yayınlanan Tantâvî, üniversite yıllarında ise Fransız işgaline tepki gayesi ile neşredilen el-Eyyâm adlı gazetenin yazı işleri müdürlüğünü yapmıştır. Yine Arap edebiyatında önemli bir yeri olan er-Risâle dergisinin yazar kadrosu arasında yer almıştır [2]. Yazar kimliğinin yanı sıra radyocu da olan Ali et-Tantâvi; 1930’lardan itibaren sırasıyla Bağdat, Dımaşk ve Arabistan radyolarında programlar yapmıştır. Ayrıca Şam ve Kahire’de yargı alanında çalışmış, 1953-63 yılları arasında Şam’da kadı olarak görev yapmıştır [3]. Ali et-Tantâvî’nin bir diğer önemli yönü ise yıllarca lise öğretmenliği ve üniversite hocalığı yapmış bir eğitimci olmasıdır. Ömrünün son yıllarında ise tüm bu eğitim ve radyo-televizyon faaliyetlerine yaşından dolayı son vermiş ve 1999 yılında hayata gözlerini yummuştur [4]. Hikaye, anı, makale gibi pek çok türde eserler kaleme alan Tantâvî’nin fıkıh alanında da eserleri vardır. Edebi eserlerinin çoğunda Müslüman toplumun uyanışı, Yahudilere karşı direnişi gibi İslam alemiyle ilgili konular işler. Kısaca Ali et-Tantâvî’nin, sanatın toplum için olduğunu savunan ve İslam ümmetçiliği fikrini eserlerine yansıtan bir edip olduğunu söyleyebiliriz [5].
Çeviri Notları
- تُنَاغِيه: “Karşılıklı oyunlarla ve bebeğe yönelik bir üslupla konuşarak bebekle ilgilenmek” şeklinde anlayabileceğimiz bu kelimeyi “bebeği sevmek” olarak çevirdik.
- مَالَتِ الشَّمْسُ: “Güneşin doğduğu yerden uzaklaşması” anlamına gelen bu ifadeyi hikayenin bağlamı gereği güneşin batması olarak çevirdik.
- وَلَا تَخْلَعُ الحَوَادِثُ فُؤَادَهَا: “Yerinden çıkarmak” anlamında olan bu ifadeyi yürekle birlikte kullanıldığı için “yüreğini yerinden çıkarmazdı” yerine “yüreğini titretmezdi” şeklinde çevirdik.
- طَحَنَتْ جُيُوشَهُمْ طَحْناً، وعَرَكَتْهَا عَرْكَ الرَّحَى: Kelime anlamı olarak sırasıyla “un misali öğüttü, değirmen gibi döndürdü” anlamına gelen bu satırları birleştirerek “değirmen misali öğütmüş, adeta un haline getirmişti” olarak çevirdik.
- فَارِسَ الحَلْبَةِ: Bu terkip “pir, (işte vs.) mahir” anlamlarına gelmektedir. Kelimeler ayrı ayrı anlamlandırıldığında “yarış atı süvarisi” olarak da çevrilebilir.
- تَرْجُفُ أَضْلَاعُهَا: Kelime anlamı itibariyle “göğsü titriyordu” olarak da çevirebileceğimiz bu ifadeyi “tüyleri ürperdi” anlamında kullanmayı uygun gördük.
- وَأَنَّ الدَّهْرَ قَدْ حَكّمَهُمْ فِيهِ وَنَزَلَ عَلَى حُكْمِهِمْ: Bu ifade “Kendisiyle ilgili hüküm vermek üzere zaman onları yargıç olarak atadı ve verdikleri hükme boyun eğdi” anlamına gelmektedir. Kısaca “zamana hükmettiler, zaman da onların kararına uydu” ifadeleri ile çevirdik.
- صَدَمَ الْمَدِينَةَ صَدْمَةً زَلْزَلَتْهَا وَهَزَّتْهَا هَزاً: Sırayla çevirdiğimizde “şehre büyük bir darbe vurdu, şehri salladı, şiddetli bir şekilde sarstı” şeklinde anlam bulan ifadeleri birleştirerek “şehri büyük bir darbe ile sarstı” diye çevirdik.
- حَدِيدُنَا: Demir anlamındaki bu kelimeyi hikaye bağlamı gereği “kılıç” şeklinde çevirdik.
Yeni Kelimeleri Yoklayalım
Kaynaklar
Hikaye İçin:
et-Tantâvî, A. (2007). Kısas mine’t-Târih. Cidde: Dâru’l-Menâra, 27-41.
[1], [5] Midilli, A. (2017). Nahve Mezhebin İslamiyyin Fi’l-Edebi Ve’n-Nakd Adlı Eseri Bağlamında Abdurrahman Rafet Elbaşa’nın İslam Edebiyatındaki Yeri. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı, Şanlıurfa.
[2], [4] Aydın, C.A. (2009). Ali Tantavi’nin Arapça Eğitimine Dair Görüşleri. Şarkiyat Mecmuası, 32-46.
[3] Döner, N. (2017). Ali et-Tantâvî’nin Ta‘rifun Âmm bi Dini’l-İslâm Adlı Eserinde Bazı Kur’ân Konularına Yaklaşımı. Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7(13), 147-176.