Kudüs Fethi’nin Şahidi Bir Kumandan: Üsame b. Münkız’dan Alıntılar ve Türkçe Çevirileri
Tarihten ve tarihe mâl olmuş şahsiyetlerinden ibret almak, kişilerin/cemiyetlerin daha önce düştükleri hatalara tekrar düşmelerinin önüne geçmeleri ve geleceklerine istikamet vermeleri açısından büyük önem taşır. Üsame b. Münkız’ın (أُسَامَةُ بْنُ مُنْقِذ) Haçlı Seferleri’nin gölgesinde yetişmiş, doğu ile batının mücadelesini yakından tanıma fırsatı bulmuş bir emir, tarihçi şair ve edip olarak bize bıraktığı Lübâbu’l-âdâb(لُبَابُ الْآدَاب) kitabından hikmet dolu sözleri sizler için seçtik.
Önce Alıntı:
بَابُ الْوَصَايَا
Nasihatler Bahsi
أَوْصَى بَعْضُ الْحُكَمَاءِ بَنِيهِ فَقَالَ: أَصْلِحُوا أَلْسِنَتَكُمْ، فَإِنَّ الرَّجُلَ تَنُوبُهُ النَّائِبَةُ فَيَسْتَعِيرُ مِنْ أَخِيهِ ثَوْبَهُ، وَمِنْ صَدِيقِهِ دَابَّتَهُ، وَلاَ يَجِدُ مَنْ يُعِيرُهُ لِسَانَهُ
Bilgenin birisi evlatlarına şöyle nasihatte bulundu: “Dilinizi düzeltin, çünkü insanın başına bir felaket gelir; ödünç olarak kardeşinden elbisesini, dostundan bineğini alabilir. Ancak kendisine dilini ödünç verecek kimseyi bulamaz.”
كَانَ قُسُّ بْنُ سَاعِدَةَ يَفِدُ عَلَى قَيْصَرَ وَيَزُورُهُ، فَقَالَ لَهُ: يَا قُسُّ، مَا أَفْضَلُ الْعَقْلِ؟ قَالَ: مَعْرِفَةُ الْمَرْءِ بِنَفْسِهِ. قَالَ: فَمَا أَفْضَلُ الْعِلْمِ؟ قَالَ: وُقُوفُ الْمَرْءِ عِنْدَ عِلْمِهِ. قَالَ: فَمَا أَفْضَلُ الْمُرُوءَةِ؟ قَالَ: اِسْتِبْقَاءُ الرَّجُلِ مَاءَ وَجْهِهِ. قَالَ: فَمَا أَفْضَلُ الْمَالِ؟ قَالَ: مَا قُضِيَ بِهِ الْحَقُّ
Kus bin Sâide, Kayser’in huzuruna çıkar, ona ziyaretlerde bulunurdu. Kayser ona şöyle sordu: “Ey Kus, aklın en üstün olanı nedir?”
Kus: “Kişinin kendini bilmesidir.”
Kayser: “Peki ilmin en üstünü nedir?”
Kus: “Kişinin ilmi nispetince konuşmasıdır.”
Kayser: “Mertliğin en üstünü nedir?”
Kus “Kişinin haysiyetini korumasıdır.”
Kayser: “Malın en üstünü nedir?”
Kus: “Doğru bir şekilde harcanan maldır.”
لَمَّا حَضَرَتْ عَبْدَ اللهَ بْنَ شَدَّادَ الْوَفَاةُ دَعَا ابْنَهُ مُحَمَّداً فَقَالَ لَهُ: … وَاعْلَمْ أَنَّ مَنْ حَاسَبَ نَفْسَهُ تَوَرَّعَ، وَمَنْ غَفَلَ عَنْهَا خَسِرَ، وَمَنْ نَظَرَ فِي الْعَوَاقِبِ نَجَا، وَمَنِ اعْتَبَرَ أَبْصَرَ، وَمَنْ فَهِمَ عَلِمَ؛ وَفِي التَّوَانِي تَكُونُ الْهَلَكَةُ، وَفِي التَّأَنِّي السَّلَاَمَةُ. وَزَارِعُ الْبِرِّ يَحْصُدُ السُّرُورَ. وَالْقَلِيلُ مَعَ الْقَنَاعَةِ فِي الْقَصْدِ خَيْرٌ مِنَ الْكَثِيرِ مَعَ السَّرَفِ فِي الْمَذَلَّةِ. وَالتَّقْوَى نَجَاةٌ، وَالطَّاعَةُ مُلْكٌ؛ وَحَلِيفُ الصِّدْقِ مُوَفَّقٌ، وَصَاحِبُ الْكَذِبِ مَخْذُولٌ؛ وَصَدِيقُ الْجَاهِلِ تَعِبٌ، وَنَدِيمُ الْعَاقِلِ مُغْتَبِطٌ. فَإِذَا جَهِلْتَ فَسَلْ، وَإِذَا نَدِمْتَ فَأَقْلِعْ، وَإِذَا غَضِبْتَ فَأَمْسِكْ. وَمَنْ لَاقَاكَ بِالْبِشْرِ فَقَدْ أَدَّى إِلَيْكَ الصَّنِيعَةَ، وَمَنْ أَقْرَضَكَ الثَّنَاءَ فَاقْضِهِ الْفَضْلَ
Abdullah b. Şeddâd, ölüm kendisine yaklaştığında oğlu Muhammed’i yanına çağırmış ve ona şöyle demiştir:
…
“Bil ki nefsini hesaba çeken takvayı kuşanır, bundan gafil olan da helak olur.
Akıbeti hakkında düşünen kurtulur. İbret alan basiret sahibi olur. Tedebbür eden kimse idrak eder.
Özen göstermeden yapılan işte afet, itinalı işte selamet vardır. İyiliği eken karşılığında mutluluk biçer. Tutumlulukta rıza göstererek sahip olunan az şey, alçalarak israf edilen çoktan daha hayırlıdır.
Kurtuluş takvada, asıl hükümdarlık ise Allah’a boyun eğmektedir. Doğruluğun yoldaşı başarılı, yalanın arkadaşı rezil olur. Cahilin dostu yorgun, akıllının dostu ise mutludur.
Bilmediğinde sor, pişman olduğunda vazgeç, öfkelendiğinde de kendini tut. Kim seni güler yüzle karşılarsa sana iyilik yapmıştır; kim de sana övgüde bulunursa ona değer göster.”
بَابُ السِّيَاسَةِ
Siyaset Bahsi
عَهِدَ بَعْضُ الْمُلُوكِ إِلَى وَصِيَّةٍ فَقَالَ: اِتَّقِ مَنْ فَوْقَكَ، يَتَّقِكَ مَنْ تَحْتَكَ؛ وَكَمَا تُحِبُّ أَنْ يُفْعَلَ بِكَ فَافْعَلْ بِرَعِيَّتِكَ، وَانْظُرْ كُلَّ حَسَنٍ فَالْزَمْهُ وَاسْتَكْثِرْ مِنْ مِثْلِهِ، وَكُلَّ قَبِيحٍ فَارْفُضْهُ؛ وَبِالنُّصَحَاءِ يَسْتَبِينُ لَكَ ذَلِكَ، وَخَيْرُهُمْ أَهْلُ الدِّينِ وَأَهْلُ النَّظَرِ فِي الْعَوَاقِبِ. وَلَا تَسْتَنْصِحْ غَاشًّا، وَلَا تَسْتَغِشَّ نَاصِحًا؛ فَرُبَّمَا غَشَّ الْعَاقِلُ إِذَا وُتِرَ أَوْ حُرِمَ أَوْ كَانَ ضَعِيفُ الْوَرَعِ. وَلِكُلِّ طَبَقَةٍ مِهْنَةٌ، وَكُلُّ ذِي عِلْمٍ بِأَمْرٍ فَهُوَ أَوْلَى بِهِ. وَإِنَّمَا رَأَيْتُ آفَةَ الْمُلُوكِ فِي ثَلَاثَةِ أُمُورٍ، فَاحْسِمْ عَنْكَ وَاحِداً وَأَحْكِمِ اِثْنَينِ: اِتِّبَاعِ الْهَوَى، وَتَوْلِيَةِ مَنْ لَا يَسْتَحِقُّ، وَطَيِّ أُمُورِ الرَّعِيَّةِ عَنِ الرَّاعِي، فَإِنَّكَ إِنْ مَلَكْتَ هَوَاكَ لَمْ تَعْمَلْ إِلَّا بِالْحَقِّ، وَإِنْ وَلَّيْتَ الْمُسْتَحِقَّ كَانَ عَوْنََا لَكَ عَلَى مَا يَجِبُ، وَلَمْ تَضِعِ الْأُمُورُ عَلَى يَدِيْهِ. وَإِذَا تَنَاهَتْ إِلَيْكَ الْأُمُورُ مِنْ أُمُورِ الرَّعِيَّةِ عَلَى حَقَائِقِهَا، عَاشَ الْوَضِيعُ، وَحَذِرَ الرَّفِيعُ، وَأَمْسَكَ الظَّلُومُ، وَأَمِنَ الْمَظْلُومُ
Bir kral şöyle nasihat etti: “Allah’a itaat et ki halkın da sana itaat etsin. Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, sen de himayendekilere öyle davran. İyiliklere sarıl ve onları devam ettir, benzerlerini çoğalt; bütün çirkin işlerin karşısında ol. Öğüt verenlerle bunlar sana aşikar olur. En isabetli öğütler de din adamları ve işlerin akıbetleri hakkında düşünenlerden çıkar. Sahtekarlardan öğüt isteme ve sana her öğüt verenin sahtekar olduğunu düşünme; zira akıllı da olsa bir kimse takva yönünden zayıf, mahrum bırakılmış veyahut bir felakate uğramışsa karşısındakini kandırabilir.
Her sınıfın bir mahareti vardır. Bir işe en layık olan, o işi bilen kimsedir. Ben üç şeyde hükümdarların helak olduğunu fark ettim. O halde bunların birinden sakın ikisini engelle: Hevaya uymak, hak etmeyen kimseye görev vermek, halkın içine düştüğü sorunların yöneticiden gizli kalmasına sebep olmak. Eğer sen ihtiraslarına kapılmazsan doğru işler yaparsın, işi ehline verirsen gereği gibi seni destekler, işlerden ne kadar uzak olsan da işler onun elinde zayi olmaz. Şayet halkın içine düştüğü sorunların sana doğru şekilde ulaşmasını sağlarsan; zayıf ve güçsüz birisi rahat yaşayabilir, güç sahibi kimse daha dikkatli davranır, zalim zulmü durdurur ve mazlum güvende olur.”
قَالَ بَعْضُ مُلُوكِ الْفُرْسِ لِحَكِيمٍ مِنْ حُكَمَائِهِمْ: أَيُّ الْمُلُوكِ أَحَزْمُ؟ قَالَ: مَنْ مَلَكَ جِدُّهُ هَزْلَهُ، وَقَهَرَ لُبُّهُ هَوَاهُ، وَأَعْرَبَ عَنْ ضَمِيرِهِ فِعْلُهُ، وَلَمْ يَخْدَعْهُ رِضَاهُ عَنْ سَخَطِهِ، وَلَا غَضَبُهُ عَنْ كَيْدِهِ
Pers krallarından bir kral bilgeye şöyle sordu: “Hangi kral daha dirayetlidir?” Bilge şöyle cevapladı: “Ciddiyeti latifesine hükmeden, aklı hevasına galip gelen, gönlündekini yaptığıyla gösteren, rızası onu cezalandırmaktan uzaklaştırmayan, öfkesi onu kurnazlığından alıkoymayan kral en dirayetli kraldır.”
قَالَ حَكِيمٌ: يَجِبُ عَلَى السُّلْطَانِ أَنْ يَعْمَلَ بثَلَاثِ خِصَالٍ: تَأْخِيرِ الْعُقُوبَةِ فِي سُلْطَانِ الْغَضَبِ، وَتَعْجِيلِ مُكَافَأَةِ الْمُحْسِنِ، وَالْعَمَلِ بِالْأَنَاةِ فِيمَا يَحْدُثُ؛ فَإِنَّ لَهُ فِي تَأْخِيرِ الْعُقُوبَةِ إِمْكَانَ الْعَفْوِ، وَفِي تَعْجِيلِ الْمُكَافَأَةِ بِالْإحْسَانِ الْمُسَارَعَةَ فِي الطَّاعَةِ مِنَ الرَّعِيَّةِ، وَفِي الْأَنَاةِ اِنْفِسَاحَ الرَّأْيِ وَاِتِّضَاحَ الصَّوَابِ
Bilge dedi ki: “Bir kralın şu üç özelliği taşıması gerekir: Öfkeli anında cezayı ertelemek, iyilik eden kimseye mükafatını hemen vermek, olaylar karşısında düşünerek hareket etmek. Çünkü cezayı ertelersen affetme imkanı olur, mükafatı verirken aceleci davranırsan tebaanın bağlılığını sağlamış olursun. Sabırlı davranışta açık görüşlülük ve doğrunun gün yüzüne çıkması vardır.”
قَالَ حَكِيمٌ
أَرْبَعَةٌ لَا يَزُولُ مَعَهَا مُلْكٌ: حِفْظُ الدِّينِ، وَاسْتِكْفَاءُ الْأَمِينِ، وَتَقْدِيمُ الْحَزْمِ، وَإِمْضَاءُ الْعَزْمِ
وَأَرْبَعَةٌ لَا يَثْبُتُ مَعَهَا مُلْكٌ: غِشُّ الْوَزِيرِ، وَسُوءُ التَّدْبِيرِ، وَخُبْثُ النِّيَّةِ، وَظُلْمُ الرَّعِيَّةِ
أَرْبَعَةٌ تُوَلِّدُ الْمَحَبَّةَ: حُسْنُ الْبِشْرِ، وَبَذْلُ الْبِرِّ، وَقَصْدُ الْوِفَاقِ، وَتَرْكُ النِّفَاقِ
أَرْبَعَةٌ مِنْ عَلَاَمَاتِ الْكَرَمِ: بَذْلُ النَّدَى، وَكَفُّ الْأَذَى، وَتَعْجِيلُ الْمَثُوبَةِ، وَتَأْخِيرُ الْعُقُوبَةِ
أَرْبَعَةُ يَزُلْنَ بِأَرْبَعَةٍ: النِّعْمَةُ بِالْكُفْرَانِ، وَالْقُدْرَةُ بِالْعُدْوَانِ، وَالدَّوْلَةُ بالإغْفَالِ، وَالْحُظْوَةُ بِالإِدْلاَلِ
أَرْبَعَةُ تَدُلُّ عَلَى صِحَّةِ الرَّأْيِ: طُولُ الْفِكْرِ، وَحِفْظُ السِّرِّ، وَفَرْطُ الْاِجْتِهَادِ، وَتَرْكُ الْاِسْتِبْدَادِ
أَرْبَعَةٌ تُوصِلُ إِلَى أَرْبَعَةٍ: الصَّبْرُ إِلَى الْمَحْبُوبِ، وَالْجِدُّ إِلَى الْمَطْلُوبِ، وَالزُّهْدُ إِلَى التُقَّى، وَالْقَنَاعَةُ إِلَى الْغِنَى
أَرْبَعَةٌ لَا تَسْتَغْنِي عَنْ أَرْبَعَةٍ: الرَّعِيَّةُ عَنِ السِّيَاسِيَّةِ، وَالْجَيْشُ عَنِ الْقَادَةِ، وَالرَّأْيُ عَنِ الْاِسْتِشَارَةِ، وَالْعَزْمُ عَنِ
الْاِسْتَخَارَةِ
Bilge şöyle dedi:
“Dört şey vardır ki bunlar bulunduğu topraklarda hükümranlığın sürmesini sağlar: Dinin korunması, güvenilir kişiye görev vermek, azimli olmak ve aldığı kararı uygulamak.
Dört şey vardır ki bunlar bulunduğu topraklarda hükümranlık bırakmaz: Kalpazan vezir, yanlış idare, kötü niyet ve tebaaya zulüm etmek.
Dört şey muhabbeti celbeder: Güler yüz, iyilik yapmak, uyum sağlamak ve iki yüzlülüğü terk etmek.
Dört şey cömertlik alametlerindendir: Eli açıklık, eziyeti önlemek, mükafatı hızlı vermek, cezayı ertelemek.
Dört şey, şu dört şeyle kaybolur: Nimet inkarla, güç saldırıyla, devlet ihmalle, itibar ise şımarıklıkla.
Dört şey fikrin doğruluğunu gösterir: Derin düşünmek, sır saklamak, çaba harcamak, fikrî istibdâtı terk etmek.
Dört şey, dört şeye götürür: Sabır sevgiliye, ciddiyet hedefe, dünya nimetlerinden uzaklaşmak takvaya, kanaat gönül zenginliğine.
Dört şey, dört şeyden bağımsız değildir: Halk devlet işlerinden, ordu komutandan, fikir istişareden, karar istihareden.”
بَابُ الْآدَابِ
Edebler Bahsi
عَنْ أَبِي نَصْرِ الطُّوسِيِّ السَّرَاجِ رَحِمَهُ اللهُ قَالَ: الْأَدَبُ سَنَدٌ لِلْفُقَرَاءِ، وَزَيْنٌ لِلْأَغْنِيَاءِ، وَالنَّاسُ فِي الْأدَبِ مُتَفَاوِتُونَ، وَهُمْ عَلَى ثَلاَثِ طَبَقَاتٍ: أَهْلُ الدُّنْيَا، وَأَهْلُ الدِّينِ، وَأَهْلُ الْخُصُوصِيَّةِ مِنْ أَهْلِ الدِّينِ. فأَمَّا أَهْلُ الدُّنْيَا فَإنَّ أَكْثَرَ آدَابِهِمْ فِي الْفَصَاحَةِ وَالْبَلَاغَةِ وَحِفْظِ الْعُلُومِ وَأَسْمَارِِ الْمُلُوكِ وَأَشْعَارِ الْعَرَبِ وَمَعْرِفَةِ الصَّنَائِعِ، وَأَمَّا أَهْلُ الدِّينِ فَإِنَّ أَكْثَرَ آدَابِهِمْ فِي رِيَاضَةِ النُّفُوسِ وَتَأْدِيبِ الْجَوَارِحِ وَطَهَارَةِ الْأَسْرَارِ وَحِفْظِ الْحُدُودِ وَتَرْكِ الشَّهْوَاتِ وَاجْتِنَابِ الشُّبُهَاتِ وَتَجْرِيدِ الطَّاعَاتِ وَالْمُسَارَعَةِ إِلَى الْخَيْرَاتِ، وَأَمَّا أَهْلُ الْخُصُوصِيَّةِ فَإِنَّ أَكْثَرَ آدَابِهِمْ فِي طَهَارَةِ الْقُلُوبِ وَمُرَاعَاةِ الْأَسْرَارِ وَالْوَفَاءِ بِالْعُقُودِ بَعْدَ الْعُهُودِ وَحِفْظِ الْوَقْتِ وَقِلَّةِ الْاِلْتِفَاتِ إِلَى الْخَوَاطِرِ وَالْعَوَارِضِ وَالْبَوَادِي وَالطَّوَارِقِ، وَاِسْتِوَاءِ السِّرِّ مَعَ الْإعْلَاَنِ وَحُسْنِ الْأدَبِ فِي مَوَاقِفِ الطَّلَبِ وَأَوْقَاتِ الْحُضُورِ وَالْقُرْبَةِ وَالدُّنُوِّ وَالْوَصْلَةِ وَمَقَامَاتِ الْقُرْبِ
Ebû Nasr et-Tûsî es-Serrâc (Allah rahmet eylesin) şöyle demiştir: “Edep fakirin dayanağı, zenginin süsüdür. İnsanlar edep konusunda üç farklı tabakaya ayrılırlar; ehl-i dünya, ehl-i din ve ehl-i dinin has adamları. Ehl-i dünyanın meziyetlerinin büyük kısmı fesahat ve belagatte; ilimleri, krallarla ilgili kıssaları, Arap şiirlerini ezberlemede ve zanaatlar hakkında bilgi sahibi olmaktadır. Ehl-i dinin meziyetlerinin büyük kısmı nefis terbiyesinde, azaları terbiye etmekte, gönülleri temiz tutmakta, Allah'ın sınırlarını aşmamakta, şehvetleri terk etmekte, şüpheli şeylerden kaçınmakta, ibadetleri yalnız Allah rızası için yapmakta, hayra koşma noktasında aceleci olmaktadır. Rahman’ın has adamlarına gelince, onların en büyük meziyetleri kalplerini arındırmada, kalplerinden geçen şeylere dikkat etmelerinde, verdikleri söze vefa göstermelerinde, vakti değerlendirmelerinde; kalplerine doğan kötü düşüncelere, belalara, musibetlere önem vermemelerinde, gizledikleri ve aşikar ettikleri hallerinin birbirine muvafık olmasında; Allah'tan talep halinde de O'nun huzurunda bulundukları ve O'na yakınlık elde ettikleri vakitlerde olduğu gibi hüsnü edep içinde olmalarındadır.”
قَالَ الْحُكَمَاءُ: لَا أَدَبَ إِلَّا بِعَقْلٍ، وَلَا عَقْلَ إِلَّا بِأَدَبٍ: هُمَا كَالنَّفْسِ وَالْبَدَنِ، فَالْبَدَنُ بِغَيْرِ نَفْسٍ جُثَّةٌ لَا حَرَاكَ بِهَا، وَالنَّفْسُ بِغَيْرِ بَدَنٍ قُوَّةٌ لَا ظُهورَ لِفِعْلِهَا، فَإِذَا اجْتَمَعَا وَتَرَكَّبَا نَهَضَا وَفَعَلَا
Bilgelerden birisi şöyle dedi: “Akılsız edep, edepsiz akıl olmaz. Bunlar ruh ve beden gibidir. Ruhsuz beden hareketsiz bir et yığını, bedensiz ruh ise ortaya çıkamayan bir enerjidir. Eğer birleşirlerse ayağa kalkıp dirilir ve harekete geçerler.”
قِيلَ لِبُقْرَاطَ: مَا الْفَرْقُ بَيْنَ مَنْ لَهُ أدَبٌ وَمَنْ لَا أدَبَ لَهُ ؟ قَالَ: كَالْْفَرْقِ بَيْنَ الْحَيَوَانِ النَّاطِقِ وَالْحَيَوَانِ غَيْرِ النَّاطِقِ
Hipokrat'a soruldu: “Edepli ve edepsiz arasındaki fark nedir?”
Şöyle cevapladı: “Düşünebilen canlı (insan) ile düşünemeyen canlı (hayvan) arasındaki fark gibidir.”
بَابُ الْبَلاَغَةِ
Belagat Bahsi
عَنْ فَيْضِ بْنِ إِسْحَقَ قَالَ: كُنْتُ عِنْدَ الْفُضَيْلِ بْنِ عِيَاضٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ إِذْ جَاءَهُ رَجُلٌ فَسَأَلَهُ حَاجَةً فَأَلَحَّ بِالسُّؤَالِ عَلَيْهِ، فَقُلْتُ لَهُ: لَا تُؤْذِ الشَّيْخَ. فَقَالَ لِي الْفُضَيْلُ: اسْكُتْ يَا فَيْضُ، أَمَا عَلِمْتَ أَنَّ حَوَائِجَ النَّاسِ إِلَيْكُمْ نَعَمَةٌ مِنَ اللهِ عَلَيْكُمْ، فَاحْذَرُوا أَنْ تَمَلُّوا النِّعَمَ فَتَتَحَوَّلَ. أَلَا تَحْمَدُ رَبَّكَ أَنْ جَعَلَكَ مَوْضِعًا تُسْأَلُ، وَلَمْ يَجْعَلكَ مَوْضِعًا تَسْأَلُ؟
Fayz b. İshâk'tan şöyle rivayet edilir: "Fudayl b. İyâz'ın -Allah ondan râzı olsun- yanındaydım, bir adam gelip ondan ihtiyacı olan bir şey istedi ve ısrar etti. Ben de ona: “Üstada eziyet etme.” dedim. Fudayl da bana: “Sus! Sessiz ol ey Fayz! Bilmez misin ki insanların sana olan ihtiyacı Allah'ın bir lütfudur? Nimetlerden sıkılmaktan sakın, çünkü onlar bir gün elinden alınabilir. Seni isteyen konumunda değil de istenilen konumunda kılan Rabbine şükretmez misin?”
قِيلَ لِبَعْضِ الْحُكَمَاءِ: مَا أَحْسَنُ الْكَلاَمِ؟ قَالَ: مَا اسْتَحْسَنَهُ سَامِعُهُ. قِيلَ: ثُمَّ مَاذَا؟ قَالَ: ثُمَّ مَا حَصَلَتْ مَنَافِعُهُ. قِيلَ: ثُمَّ مَاذَا؟ قَالَ: مَا لَمْ تَذُمَّ عَوَاقِبُهُ. قِيلَ: ثُمَّ مَاذَا ؟ قَالَ: ثُمَّ لَا ثُمَّ
Bilgelerden birine soruldu: “En güzel söz nedir?” O da “Dinleyene hoş gelen sözdür.” dedi.
“Başka nedir?” diye sorulunca “Fayda sağlayan sözdür.” dedi.
“Başka?” diye sorulunca “Söylediğinde ayıplanmadığın sözdür.” dedi.
“Başka?” diye sorulunca “Başka mı? Başka yok.” dedi.
بَابُ الْحِكْمَةِ
Hikmet Bahsi
مِنْ نَوَادِرِ فِيثَاغُورْسَ: … مَنِ اسْتَطَاعَ أَنْ يَمْنَعَ نَفْسَهُ مِنْ أَرْبَعَةِ أَشْيَاءَ فَهُوَ خَلِيقٌ أَنْ لَا يَنْزِلَ بِهِ مِنْ الْمَكْرُوهِ مَا يَنْزِلُ بِغَيْرِهِ: الْعَجَلَةُ، وَاللَّجَاجَةُ، وَالْعُجْبُ، وَالتَّوَانِي. فَثمَرَةُ الْعَجَلَةِ النَّدَامَةُ، وَثَمَرَةُ اللَّجَاجَةِ الجُنُونُ، وَثَمَرَةُ العُجْبِ البَغْضَاءُ، وَثَمرَةُ التَّوَانِي الذِّلَّةُ
Pisagor’un özlü sözlerinden:
…
Şöyle derdi: "Dört şeyden kendini koruyan kimse, başkalarının karşılaştığı belalarla karşılaşmamayı hak eder: Acelecilik, inatçılık, gurur ve uyuşukluk. Çünkü aceleciliğin meyvesi pişmanlık, inatçılığın meyvesi ahmaklık, gururun meyvesi nefret, tembelliğin meyvesi ise aşağılanmaktır.”
Alıntı Notları
1) Üsame b. Münkız Kimdir?
Haçlıların İslam dünyası üzerine seferler düzenlediği bir dönemde, h. 488/m. 1095 yılında bugün Suriye’nin kuzeybatısında bulunan Hama’nın kuzeyindeki Şeyzer Kalesi’nde doğdu. Daha çocuk yaştayken savaş ve mücadele içerisinde geçirdiği yıllar ona iyi bir askeri eğitim alma fırsatı sunmuştur [1]. Nûreddîn Zengî, Selâhaddîn Eyyûbi gibi büyük İslam komutanlarının hizmetinde bulunmuştur. İlerleyen yaşına rağmen Selâhaddîn Eyyûbi'nin ordusunda Kudüs'ün Haçlı işgalinden kurtuluşunu -Hıttin Muharebesi’ni- görme bahtiyarlığına ermiştir. Üsame b. Münkız’ın hakkında bilinmesi gereken bir diğer husus da onun Kitâbü’l-İtibâr’ı yazarak İslam tarihinde ilk defa anı yazarlığı yapmış ve bu edebi türün doğuşuna öncülük etmiş olmasıdır. Kitabında savaşlardaki gözlemlerine ve günlük hayattaki anılarına yer veren Münkız'ın Haçlılarla uzun yıllar süren savaşlarda bizzat yer alması, olayları ilk ağızdan nakletmesi açısından önemlidir. Kitap ayrıca iki farklı din ve kültürün sosyal yaşantısını; ticari, askeri ve ahlaki meziyetlerini anlatır [2]. Eserlerinin büyük bölümü Fransızca ve diğer batı dillerine, Türkçeden daha önce tercüme edilmiştir. Alıntılarını seçmiş olduğumuz Lübâbu’l-âdâb kitabı ise siyaset, ahlak, belagat, edeb, hikmet gibi konulardaki düşünceleri ihtiva etmektedir. Bunun yanı sıra kitap; ayet ve hadislerden, çeşitli nesir ve şiir örneklerinden yaptığı derlemeleri içerir.
Çeviri Notları
اِسْتِبْقَاءُ الرَّجُلِ مَاءَ وَجْهِهِ: “Kişinin yüzünün suyunu koruması” ifadesi “haysiyetini, şerefini, onurunu koruması” anlamını karşılamaktadır. Biz de ifadeyi “haysiyetini korumak” olarak çevirdik.
وَاِسْتِوَاءِ السِّرِّ مَعَ الْإعْلَاَنِ: “İçi dışı bir olma, dışarıya yansıttığıyla içinde sakladığının eşit olması” manasına gelen ifadeyi “gizledikleri ve aşikar ettikleri haller” şeklinde tercüme ettik.
Yeni Kelimeleri Yoklayalım
Kaynaklar
Alıntılar için:
Münkız. Ü. (1987). Lübâbu'l-âdâb, thk. Ahmed Muhammed Şakir. Kahire: Mektebetü's-sünne.
[1] Günaltay Ş. (1991). İslam Tarihinin Kaynakları- Tarih ve Müverrihler. İstanbul: Endülüs Yayınları. 136-144.
[2]Sevim A. (1999). İbn Munkız. TDV İslâm Ansiklopedisi, 20, 221-222.
Kapak Görseli:
William Morris / Medway (1885)